BERCESTE VE İZAHI – 141–
BERCESTE VE İZAHI – 141–
1. Berceste Beyit: Avnî (Fatih Sultan Mehmed) ve Varlığın Geçiciliği
İktibas
Osmanlıca Metin:
غرّه اولما دلبرا حسن و جماله قيل وفا
باقي قالماز كيمسه يه نقش و نكار الدن كيدر
Latin Harfleriyle:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Gırre olma dilberâ hüsn ü cemâle kıl vefâ
Bâkî kalmaz kimseye nakş u nigâr elden gider
Avnî (Fatih Sultan Mehmed)
Açıklama:
Ey gönlümü alıp götüren sevgili! Sende mevcut olan güzelliğe gururlanıp da âşıklarına vefasızlık yapma. Şunu aklından hiç çıkarma! Bu güzellik, süs kimsede ebedi olarak kalmaz. Bir gün senden de gidecek.
Geniş İzah ve Tahlil
Cihanı titreten bir padişahın, Fatih Sultan Mehmed Han’ın “Avnî” mahlasıyla kaleme aldığı bu beyit, gücün ve ihtişamın zirvesinden varlığın faniliğine yapılmış bir nazardır. Beyit, zâhiren bir “dilber”e, yani güzele seslenir. Ona, sahip olduğu “hüsn ü cemâl” (güzellik) ile “gırre olma” yani gurura kapılma, aldanma diye nasihat eder. Güzelliğine güvenerek âşıklarına eziyet etmemesini, onlara “vefâ” göstermesini ister.
Beytin ikinci mısraı ise bu nasihatin hikmetini ve sebebini açıklar: “Bâkî kalmaz kimseye nakş u nigâr elden gider.” Yani bu güzellik, bu süs, bu endam kimseye ebediyen kalmaz; her şey gibi o da geçicidir ve bir gün elden gidecektir. “Nakş u nigâr” tabiri, sadece yüz güzelliğini değil, dünyevî olan her türlü zîneti, süsü, makamı ve şöhreti de ihtiva eden geniş bir manaya sahiptir. Bu beyit, fani olanın cazibesine kapılıp ebedî olanı, yani vefayı, sadakati, güzel ahlâkı unutmamak gerektiğine dair kuvvetli bir ikazdır.
Hikmetli, Edebî ve Düşündürücü Makale: “Fatih’in Gözünden Fanilik”
Tarih sahnesinde Fatih Sultan Mehmed, kudretin, azmin ve fethin sembolüdür. Bir çağı kapatıp yeni bir çağı açan, Bizans’ın bin yıllık surlarını yıkan bu büyük hükümdarın, “Avnî” mahlasıyla şiirler yazması ve bu şiirlerde dünyanın geçiciliğinden, güzelliğin faniliğinden bahsetmesi, üzerinde derinlemesine düşünülmesi gereken bir hadisedir. Bu beyit, bir padişahın kaleminden dökülmüş olması hasebiyle, sadece bir sevgiliye yazılmış lirik bir mısra olmanın ötesinde, bir cihan imparatorunun hayat ve varlık hakkındaki tefekkürünün bir isbatıdır.
Sultan Mehmed, fethettiği Konstantinopolis’in saraylarında gezerken, Efrasiyab’ın sarayının yıkılışını anlatan meşhur Farsça beyiti mırıldanmıştır: “Perdedârî mîküned der kasr-ı Kayser ankebût / Bûm nevbet mîzened der kubbe-i Efrâsiyâb” (Örümcek, Kayser’in sarayında perdedarlık yapıyor / Baykuş, Efrasiyab’ın kubbesinde nöbet tutuyor). Bu hadise, onun zihninin her daim ihtişamın ardındaki “hiçlik” ve “fanilik” hakikatiyle meşgul olduğunu gösterir. İşte “Gırre olma dilberâ…” diye başlayan beyit de aynı tefekkürün bir başka tezahürüdür. Burada “dilber,” sadece güzel bir kadın değil, aynı zamanda insanın aklını çelen “dünya”nın kendisidir. Güzelliğiyle, zenginliğiyle, makam ve şöhretiyle insanı aldatan, gurura sevk eden fani hayattır. Fatih, bu dilbere, yani dünyaya seslenerek, “Ey dünya! Güzelliğine aldanma, bir gün bu saltanatın bitecek,” demektedir.
Bu beyit, her insan için ibretli bir derstir. İnsan, gençliğine, güzelliğine, zenginliğine veya makamına aldandığı an, en büyük yanılmanın içine düşer. Zira bütün bu “nakş u nigâr,” Cenâb-ı Hakk’ın bize birer emanetidir. Emanete hıyanet ise gurura kapılarak onun asıl Sahibini unutmak ve onunla başkalarına zulmetmektir. Fatih, güzellik sahibinden “vefâ” istiyor. Bu vefa, güzelliği verene şükretmek, o güzelliği O’nun rızası dairesinde kullanmak ve onun geçici olduğunu bilerek kimseyi hor görmemektir. Tarihin en büyük fatihlerinden birinin, en büyük fethin “kalp kırmamak” ve en büyük sultanlığın “nefsine hâkim olmak” olduğunu bu beyitle ne de güzel hatırlatmaktadır.
Özet
Fatih Sultan Mehmed (Avnî), bu beyitinde güzele ve güzelliğe seslenerek, geçici olan hüsn ü cemale aldanıp gurura kapılmaması gerektiğini öğütler. Zira dünyevî her türlü süs ve zînetin (“nakş u nigâr”) fani olduğunu, kimseye ebediyen kalmayacağını hatırlatır. Bu, sadece bir sevgiliye değil, aynı zamanda insanın aklını çelen dünyaya ve nefse yönelik kuvvetli bir ikazdır ve her türlü dünyevî imkanın bir emanet olduğu hikmetini barındırır.
2. Berceste Beyit: Hz. Mevlânâ ve Aşkın İsbatı Olarak Cefa
İktibas
Osmanlıca Metin:
عشق چون دعوی جفا ديدن گواه
چون گواهت نيست شد دعوی تباه
Latin Harfleriyle:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Aşk çün da’vî cefâ dîden guvâh
Çün guvâhet nîst şod da’vî tebâh
Hz. Mevlânâ
Resimdeki Açıklama:
Aşk davaya benzer, cefa çekmek de şahide. Eğer şahidin yoksa davayı kazanamazsın.
Geniş İzah ve Tahlil
Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, bu Farsça beyitinde aşkı, somut ve hukuki bir teşbihle (benzetmeyle) izah ederek manayı zihinlere nakşetmektedir. Ona göre “aşk,” bir “da’vî” yani bir iddiadır, bir davadır. Bir kimsenin “Ben âşığım” demesi, bir mahkemede bir hak iddiasında bulunması gibidir. Peki, her iddia sahibinden delil ve şahit istendiği gibi, aşk davasının delili ve şahidi nedir? Hz. Mevlânâ bu sualin cevabını net bir şekilde verir: “cefâ dîden,” yani cefa görmek, cefa çekmektir.
Beytin ikinci mısraı bu hükmü perçinler: “Çün guvâhet nîst şod da’vî tebâh.” Yani, “Eğer şahidin yoksa, davan batıl olur, boşa gider.” Âşık olduğunu iddia eden kimse, bu iddiasını isbatlamak için şahit olarak sevgilisi uğrunda çektiği çileleri, katlandığı sıkıntıları, döktüğü gözyaşlarını göstermek zorundadır. Eğer sevgi yolunda çekilen bir meşakkat, katlanılan bir cefa yoksa, “âşığım” iddiası boş bir laftan ibaret kalır. Bu cefa, âşıkın samimiyetinin ve sadakatinin tek muteber şahididir.
Hikmetli, Edebî ve Düşündürücü Makale: “Aşk Mahkemesinin Şahidi: Cefa”
Modern insanın zihninde aşk, genellikle mutluluk, rahatlık, huzur ve keyif gibi müspet kavramlarla birlikte anılır. Sevginin zorluklardan kaçış, sıkıntılara karşı bir sığınak olması beklenir. Hz. Mevlânâ ise bu beyitiyle, bu yaygın telakkinin tam zıttı bir hakikati haykırır. Ona göre aşk, bir rahatlama veya kaçış değil, bilakis bir imtihan meydanıdır; bir dava ve isbat sürecidir. “Âşığım” demek kolaydır. Mühim olan, bu davanın altını doldurabilmektir.
Aşk bir mahkemedir. Bu mahkemede müddeî (davacı) âşık, müddeâ aleyh (davalı) ise maşuktur. Hâkim ise bizzat Aşk’ın kendisidir. Âşık, “Ben sadakatle seviyorum” diye iddia ettiğinde, Aşk Hâkimi ondan şahit ister. İşte bu şahit, ne güzel sözler ne de hediyelerdir. Tek muteber şahit, “cefa”dır. Sevgili uğrunda uykusuz kalınan geceler, onun için katlanılan zorluklar, onun bir tebessümü için sineye çekilen kederler, hepsi birer şahit olarak bu mahkemeye celp edilir. Eğer âşıkın heybesinde bu şahitlerden hiçbiri yoksa, yani sevgisi onu hiçbir fedakârlığa, hiçbir meşakkate sevk etmemişse, davası düşer ve iddiası “tebâh” olur, yani boşa gider.
Bu hikmet, sadece beşerî aşk için değil, asıl itibarıyla Aşk-ı İlahî için geçerlidir. Allah’a “Seni seviyorum yâ Rabbi!” demek, bir iddiadır. Bu davanın şahitleri ise O’nun rızası için katlanılan zorluklardır. Nefsin arzularına karşı verilen mücadele, ibadetlerin meşakkati, musibetlere karşı gösterilen sabır, hayır yolunda çekilen çileler, hepsi bu ilahî aşk davasının birer şahididir. Peygamberlerin hayatı, bu davanın en büyük isbatlarıyla doludur. Onlar, Allah sevgisi davasını, çektikleri cefalarla isbat etmiş en büyük âşıklardır.
Dolayısıyla, hayatımıza giren zorluklar, aslında aşkımızın samimiyetini ölçen birer mihenk taşıdır. Eğer bir sevgi, ilk fırtınada sönüyor, ilk zorlukta pes ediyorsa, o sevgi değil, gelip geçici bir hevestir. Hakiki aşk, ateşte pişerek çelikleşen bir kılıç gibidir; cefalarla bilenir, zorluklarla parlar ve sadakatle isbat edilir.
Özet
Hz. Mevlânâ, aşkı bir davaya, cefa çekmeyi ise o davanın şahidine benzetir. Bir kimsenin “âşığım” demesi bir iddiadır ve bu iddianın isbatı, sevdiği uğruna katlandığı sıkıntılar ve çektiği cefalardır. Eğer bu yolda çekilmiş bir cefa yoksa, yani ortada bir şahit yoksa, aşk iddiası temelsiz ve geçersiz kalır. Bu, sevginin samimiyetinin ancak fedakârlık ve meşakkatle ölçülebileceği hikmetini ifade eder.
3. Berceste Beyit: Hazmî ve Yanışın Farkı
İktibas
Osmanlıca Metin:
پروانه ايله يانمەده يوق فرقيمز امّا
حزمی او پرندن طوتوشور بن جكرمزدن
Latin Harfleriyle:
Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
Pervâne ile yanmada yok farkımız ammâ
Hazmî o perinden tutuşur ben ciğerimden
Hazmî
Resimdeki Açıklama:
Ey Hazmî! Aslında bizim, sevgili uğruna maddî varlığından vazgeçerek kendisini ateşin içine atan kelebekten pek bir farkımız yok; ama o, kanadından tutuşuyor; ben ise ciğerimden yanıyorum.
Geniş İzah ve Tahlil
Divan şiirinin en temel mazmunlarından (sembollerinden) olan “şem ü pervâne” (mum ve kelebek/güve) üzerine inşa edilmiş bu beyit, bilinen bir motifi alıp ona yepyeni ve çok daha derûnî bir mana katmaktadır. Pervâne, ışığa (muma), yani maşuka olan aşkı uğruna ateşe atılıp yanarak can veren, mutlak sadakatin ve feda olmanın sembolüdür. Şair Hazmî, ilk mısrada kendisiyle pervâne arasında “yanmak” eylemi açısından bir fark olmadığını söyleyerek alçakgönüllü bir başlangıç yapar. İkisi de maşuk uğruna yanmaktadır.
Fakat ikinci mısra, “ammâ” kelimesiyle başlayan bir zıtlık ve üstünlük ortaya koyar. Aradaki fark, yanmanın şeklinde ve mahiyetindedir: “Hazmî o perinden tutuşur ben ciğerimden.” Pervânenin yanışı zâhirîdir; ateşe ilk temas eden yeri kanadıdır (“per”). Bu, dıştan başlayan ve gözle görülen bir yanmadır. Şairin yanışı ise batınîdir, derûnîdir. Onun ateşi “ciğerinden,” yani varlığının en merkezinden, en iç noktasından başlamıştır. “Ciğer” kelimesi burada sadece bir organ değil, canın, hayatın, en derin hissiyatın merkezi manasındadır. Bu, dışarıdan görünmeyen, sessiz, ama çok daha şiddetli ve köklü bir yanıştır.
Hikmetli, Edebî ve Düşündürücü Makale: “Zâhirî ve Derûnî Yanış”
Aşk ateşinde yanmak, edebiyatın ve hikmetin ezelî temalarındandır. Bu ateş, ham olanı pişirir, sahte olanı eritir, geriye sadece saf ve halis olanı bırakır. Hazmî’nin bu beyiti, bizleri bu yanmanın iki farklı tecellisi üzerinde düşünmeye sevk eder. Pervâne, aşk uğruna canını feda etmenin en kahramanca, en görünür sembolüdür. O, hiç tereddüt etmeden kendini ışığın kaynağına atar ve küle döner. Bu, zâhirî bir fedakârlıktır; herkesin görebileceği, takdir edebileceği bir eylemdir. Pervânenin yanışı, kanadından başlar; yani dış dünyayla temas ettiği noktadan.
Âşıkın yanışı ise çok daha sessiz, çok daha derindir. Onun ateşi ciğerindedir. Bu, dışarıdan bakıldığında belki hiç fark edilmeyen, ama âşıkın bütün varlığını içten içe kemiren bir ateştir. Bu, ayrılığın, hasretin, kıskançlığın veya vuslatın imkânsızlığının yaktığı derûnî bir ateştir. Pervâne bir anda yanıp kül olur ve acısı biter. Âşık ise her nefeste, her an, içindeki o ateşle yaşar. Onun yanışı bir eylem değil, bir “hâl”dir. Hayatının her anına sinmiş, süreklilik arz eden bir ızdıraptır.
Bu beyit, acının ve fedakârlığın niteliği üzerine hikmetli bir kapı aralar. Bazen en büyük kahramanlıklar, en gürültülü olanlar değildir. Bazen en derin acılar, en çok gözyaşı dökenlerde değil, tebessümünün ardında bir volkan saklayanlarda gizlidir. Hazmî, pervânenin fedakârlığını küçümsemez; “yanmada yok farkımız” diyerek onunla aynı kaderi paylaştığını belirtir. Ancak kendi acısının, kendi yanışının daha köklü, daha sürekli ve daha içli olduğunu ifade ederek, derûnî ızdırabın zâhirî olandan daha yakıcı olabileceğini ima eder. Aşk, sadece dışa vurulan eylemlerle değil, kimsenin görmediği o içli yanışlarla, o ciğerden gelen ateşle ölçülür. Bu ateş, âşıkı yavaş yavaş pişirir ve sonunda onu saf bir cevher hâline getirir.
Özet
Hazmî, kendisini, aşkı uğruna ateşte yanan pervâne (kelebek) ile kıyaslar. İlk bakışta ikisinin de “yanmak” kaderini paylaştığını söyler. Ancak aralarındaki temel farkı, yanmanın şeklinde ortaya koyar: Pervâne dıştan, kanadından tutuşurken; kendisi içten, varlığının merkezi olan ciğerinden yanmaktadır. Bu, şairin acısının daha derûnî, sürekli ve batınî olduğunu, zâhirî bir eylemin ötesinde bir varoluş hâli olduğunu ifade eder.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
26/10/2025
![]()